Bir Öğrenci Velisi ile Görüşme
Leyla, çok yoksul bir ailenin çocuğuydu. İlkokul birinci sınıfta benim öğrencimdi. Üçüncü sınıfta bir ablası, beşinci sınıfta da bir abisi Leyla ile birlikte okulumuzda okuyordu.
Babasını hiç görmemiştim fakat bulabildiği kadarıyla ara işlerde çalıştığını işitmiştim. Annesi ev hanımıydı.
Üçü öğrenci, ikisi de evde olmak üzere beş çocuk annesiydi. Çocuklarının durumunu sormak için zaman zaman okula gelir öğretmenlerle o görüşürdü.
Cuma günüydü. Öğleden sonraki ilk dersten çıkmaya beş on dakika kalmıştı ki Leyla’nın annesi kucağında bebeği, yanında üç dört yaşlarında bir erkek çocukla okula gelmişti. Geldiğini sınıfın bahçeye bakan penceresinden görmüş, koridorda bekletmemek için kendisini sınıfa buyur etmiştim.
Sevinmiş, memnun olmuştu ama yine de “Rahatsız etmeyeyim hocam.” diyerek mahcup bir hâlde sınıfa geçmişti.
Anne ve kardeşlerini sınıfta gören Leyla da çok sevinmişti. Önce kucaktaki bebeği öptükten sonra küçük erkek kardeşini oturduğu sırasına götürüp yanına oturtmuş onunla muhabbete başlamıştı.
Annesi ile Leyla’nın durumu hakkında kısa bir görüşme yapmıştık. Duruma çok memnun olmuştu. Çalan teneffüs ziliyle de öğretmenler odasına geçmiştik. Diğer çocuklarının öğretmenleriyle orada görüşecekti. Bebek ve küçük kardeş görüşme boyunca Leyla ve ablasıyla birlikte bahçede vakit geçireceklerdi.
Okulda görevli beş öğretmen de öğretmenler odasına gelmişti. Okul temizlik görevlisi arkadaşımızın hazırladığı çaydan bir iki bardak içecektik hep birlikte.
Anneye de çay ikram edilmişti. Ama anne, zamanı iyi kullanma adına hemen üçüncü sınıfta okuyan kızının, kadın olan öğretmenine çocuğunun durumunu sormuştu.
Onun hakkında da güzel şeyler işitmek istiyordu doğal olarak. Sonra da beşinci sınıfta okuyan çocuğunun durumunu konuşacaktı öğretmeniyle.
Neden öyle yapmıştı anlayamamıştık. Üçüncü sınıfların öğretmeni, annenin sorusuna karşılık, “Doğurup doğurup sokağa bırakıyorsunuz” diye söze başlamasın mı! Ortam birden buz kesmişti. Hepimiz neye uğradığımızı şaşırmıştık. Önce hayretle öğretmen arkadaşımıza sonra mahcup bir hâlde anneye, daha sonra da çaresiz birbirimize bakmış, bakışmış ve yere eğmiştik başlarımızı. Tatsız bir ortamın içine düşmüştük hiç yoktan.
Çok hızla ve öfkeyle bardağı sehpaya bırakan anne, öğretmene doğru daha bir yaklaşarak:
“Hop, hop, dur bakalım! Sen kim oluyorsun ki benim kaç çocuk doğuracağıma karışıyorsun? Sen benim kaç çocuk doğurmam gerektiği hakkında devlet yetkilisi misin? Sen benim çocuklarımın rızkını veren Allah’ın görevlendirdiği bir kimse misin? Sen kim oluyorsun da bana karşı böyle saygısız laflar edebiliyorsun? Sen haddini biliyor musun? Sen öğretmenliği babanın hayrına mı yapıyorsun? Senden çocuğumla özel olarak ilgilenmeni isteyen mi oldu? Ben buraya çocuğumu düşünmemin yanı sıra senin işini kolaylaştırmak için geldiğimi bilmiyor musun? Sen kim oluyorsun ki beni, ailemi ve çocuklarımı aşağılıyorsun? Bu ne cüret, bu ne densiz bir söz, sen ne söylediğinin farkında mısın? Bu sözü söylemeye hiç utanmıyor musun? Bu sözü burada, öğretmenlerin yanında söylemekten hiç mi sıkılmıyorsun? Yazıklar olsun senin bu anlayışına! Yazıklar olsun senin öğretmenliğine! Yazıklar olsun seni öğretmen yapana! Yazıklar olsun seni buraya öğretmen diye gönderene! Yazıklar olsun sana!..”
Anne bir türlü susmuyor, durmuyordu. Kendini sakinleştirmeye yönelik her hamlemizde her girişimimizde bizlere “Lütfen hocam!” diyerek sözlerini nihayet tamamlamıştı.
Öğretmen arkadaşımız neye uğradığını şaşırmıştı. O sözü söylediğine bin pişman olmuştu fakat iş işten geçmiş söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Çaresiz, tepkisiz, şaşkın ve çok üzgün bir şekilde dinlemek durumunda kalmıştı anneyi. Aslında hepimiz bir sıkıntı, bir şok yaşıyorduk fakat annenin onca sözü nasıl olur da peşi peşine sıralayabildiğine daha bir hayret etmiştik.
Sonunda anne, diğer öğretmenlere dönerek “Hepinizden özür diliyorum, kusura bakmayın, hoşça kalın!” diyerek odadan çıkmış gitmişti.
Tek tesellimiz fiili bir itiş kakış olmamasıydı ve bir de argo sözler ve küfürlerle hakaret edilmemişti öğretmen arkadaşımıza.
Önce büyük bir sessizlik çökmüştü o küçücük öğretmenler odasına. Ama fazla sürmemişti sessizlik. Öğretmen arkadaşımızın “Ben o kadına o sözü hangi akla hizmet söyledim” diye kendi kendine söylenmesi ve gözyaşı dökerek yüksek sesle hüngür hüngür ve uzun süre ağlama sesi doldurmuştu odayı. Çaylar da bardaklarda buz kesilmişti.