Yıldırım, Kasırga ve Güneş: Türk'ün Tabiatla Yoğrulan Yazgısı
“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
— Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Bu sözler, yalnızca bir milletin köklerini değil, onun doğayla kurduğu tarihsel ve kültürel ilişkiyi de betimler. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, burada Türk milletinin asırlardır süren varoluş mücadelesini doğayla iç içe geçen bir anlatımla tasvir eder. Bu anlatımda doğa, edilgen bir sahne değil; Türk’ün karakterini şekillendiren başlıca öğretmendir.
Atatürk’ün "beşik" metaforu, coğrafyanın ve tarihin birleştiği yerdir. Binlerce yıllık bir geçmişin üzerine inşa edilen Türklük şuuru ve bilinci, Anadolu’nun da ötesinde Orta Asya bozkırlarını, dağlarını ve iklimini içinde barındırır. O beşikte büyüyen çocuk yani Türk milleti doğanın tüm unsurlarıyla karşı karşıya gelir: rüzgarla, yağmurla, kasırgayla, şimşekle ve yıldırımla...
Bu noktada, Türklerin eski dini olan Gök Tanrı inancı'na değinmek gerekir. Bu inanç sisteminde gökyüzü olaylara yön veren etkenlerden biridir. Yıldırım ve şimşek, ilk dönemlerde kutsalın bir tezahürü olarak algılanmış; aynı zamanda korkuyla karışık bir huşu uyandırmıştır. Gök gürültüsü ve göğün sesi, göksel gücün ifadesi olarak halk zihninde yer etmiştir. Bu nedenle Atatürk'ün "önce korkar gibi oldu" ifadesi, hem bireysel bir sezgiyi hem de tarihsel bir bilinçaltını yansıtır.
Ancak burada asıl mesele korkuda kalmak değildir. Türk, doğaya karşı bir çare kalmamış; zamanla bu doğa unsurlarını anlamış, içselleştirmiş ve sonunda onları birer kimlik öğesi haline getirmiştir. Atatürk’ün ifadesiyle o çocuk "tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu." Bu, sadece doğayla uzlaşmak değil, doğayla bütünleşmek demektir.
Ve nihayet, Türk milletinin doğanın özüne dönüşü başlar: “Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu.” Artık yıldırım sadece bir doğa olayı değil, Türk’ün kudreti; kasırga onun iradesi; güneş ise onun medeniyet taşıyıcı gücüdür.
Bu sözlerin satır aralarında sadece geçmişe dair bir anlatı değil, aynı zamanda çağdaş bir karakter tanımı da vardır. Atatürk, Türk’ü tanımlarken onu ne sadece bir ırka ne de bir coğrafyaya hapseder. Onun için Türk, bir ruhtur. O ruh yıldırım gibi çarpar, kasırga gibi savurur, güneş gibi aydınlatır. Korkudan kudrete, edilgenlikten failliğe geçişin hikâyesidir bu.
Bugün bizlere düşen, bu karakteri yalnızca tarih ile anmak değil, çağımızın koşullarında yeniden inşa etmektir. Türk'ün yıldırım gibi net, kasırga gibi sarsıcı ve güneş gibi umut verici varlığına her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz. Kim olduğumuzu hatırlamak, gelecekte kim olacağımızı ve dünyadaki konumumuzu tayin etmek için şarttır.
Çünkü "Türk" yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.