İSTANBUL ÖMRE DEĞER

İstanbul, “doğduğun değil, doyduğun yer vatanındır” diyerek göç edenlerin en önemli sığınaklarından birisi olmasına rağmen maalesef hak ettiği karşılığı bulamamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren uğradığı göç dalgalarıyla adeta Cihan İmparatorluğu’nun payitahtlığını kaybetmekle kalmamış, “aidiyetsizlik istilası”na maruz bırakılmıştır. Depreme karşı İstanbul’da başlatılan “kentsel dönüşüm” ne kadar elzemse, “aidiyet dönüşümü” de en az o kadar elzemdir.

Bu İstanbul ki; yolcuya han, hastaya derman şehir... Bir seyyah misali; bu kutlu şehrin çağ kapatıp-çağ açan müjdeli sultanını ziyaret edip, unutulmuş tarihi mekânlarının kapısını çalacağız. Gidenlerle, onların yerine gelenleri yan yana koyup, üzerlerine “İstanbul’un Ruhu”nu nakşedeceğiz. Zamana hapsedilmiş fotoğraf karelerinin üzerindeki tozları üfleyip, nostaljik hatıralar eşliğinde İstanbul’u yeniden solutacağız.

İstanbul’un günümüze kadar geçirdiği ruhi ve fiziki evreleri tarihi verilere dayanarak gezi-inceleme çerçevesinde ele alacağız. Şehrin mührü konumundaki “vakıf kültürü”nün ayakta kalabilen simgelerini; mimari, felsefi, sosyolojik, ekonomik ve demografik yapı bütünlüğü içerisinde inceleyeceğiz. Bu kültürel çalışmamızla, ismini duyunca heyecanlananlara “derdimizi değil, gözümüzün nûru İstanbul”u anlatacağız.

“İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur”hadis-i şerifine nail olmak için mücadele eden ve arkalarında bıraktıkları maddi ve manevi eserlerle ruhumuzu aydınlatanlara çok şey borçluyuz. Aziz ruhları şâd olsun...

***

Bugünkü keşfimize İstanbul’un kalbi niteliğindeki Ali Kuşçu Mahallesi’nden başlayacağız. Buradaki Fatih Camii ve külliyesi aradan geçen yüzyıllara rağmen hâlâ fethin simgelerinden biri olarak konuklarına geçmişin rûhunu fısıldıyor. Fatih Sultan Mehmed, sonsuzluk uykusuna durduğu yerden “âmin”ler arasında huzur dağıtıyor.

Tarihi cami ve külliye, asırların yorgunluğunu bütün yenileme çalışmalarına rağmen belli ediyor. Cami, türbe ve döneminin önemli isimlerine ev sahipliği yapan hazire her ne kadar 2008-2012 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek yıkılmaktan kurtarılsa da, çevre hâlâ yamalı bohçayı andırıyor. Fatih Camii’ni çevreleyen Akdeniz ve Karadeniz Medreseleri kafeslendikleri dev iskelelerin arasında yıllarca ihmal edilmişliğin izlerini taşıyor. Yeni çevre düzenleme çalışmalarının bitirilme- siyle birlikte külliyenin tarihi ve mistik dokusuna tekrar kavuşacağı ifade ediliyor.

Mayıs ayında âdeta yazı yaşayan İstanbul, Haziran’a girerken baharın müjdecisi yağmurlarla doyasıya ıslanıyor. Fatih Camii’nin kubbesinden duvarlarına sızan rahmet damlacıkları değdiği yeri şenlendiriyor.

Hünkâr mahfiline açılan devasa kapının karşısındaki binek taşının hemen çaprazında bulunan kırmızı bir nokta oradan geçenlerin dikkatini çekiyor. 23 Şubat 1979’da Cuma namazı çıkışında, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta şehid edilen rahmetli Metin Yüksel’in Allah-û Ekber nidaları burada hâlâ tazeliğini koruyor. Bir kendimize bir de çevremizdekilere bakıyor, utanç içinde sokaklara savruluyoruz.

İslâmcı gençliğin toplaşma yeri: “At Pazarı”

Mıhçılar Caddesi’den ilerlerken, biraz nefeslenmek için yolumuzu son yıllarda“islâmcı gençler”in uğrak yeri olarak duyuran Ali Kuşçu Mahallesi’ndeki At Pazarı Meydanı’na düşürüyoruz. Sokağın ortasındaki bronzdan yapılmış siyah “at heykeli”ne odaklanmış çok sayıda kafe; siyasetten sanata, dinden dünya meselelerine kadar bir çok konuyu müdavimlerine tartışma ortamı sunuyor.

Altında tarihi su sarnıcı bulunan ve 1970’lere kadar canlı hayvan pazarı olarak kullanılan meydan, belediyenin yaklaşık 7 yıl önce başlattığı güzelleştirme projesi kapsamında önce yayalaştırılmış. Kısa bir süre sonra da Mevlana İdris ve iç mimar olan eşinin girişimleriyle açılan“Eski Kafa” isimli mekân, bu semtin popüler olmasına önemli bir katkı sağlamış. Yöresel lezzetlerin hayat bulduğu mekânda; hünkar beğendi, patlıcanlı saray dolması, islim kebabı, zeytinyağlı bakla, kaz eti, gulaş, güveç, mantarlı pilav, beşamel soslu mantar, kuru patlıcan dolması, yüksük çorbası, sarma gibi yemekler ve incir uyutması, sütlaç, revani, cevizli kurabiye gibi tatlılar müşterilerin ilgisini çekmiş. Otantik yapısı, mangalda kestane ve közde çay seremonisinin üzerine tütün dumanı da eklenince “islâmî gençliğin” inceden inceye memleket meselelerini kıvama getirdiği “vitrin”i olmaya başlamış.

“Sana Dün Bir Tepeden Baktım Azîz İstanbul”

Daha 6-7 yıl öncesinde kimsenin geçmek dahi istemediği sokak, birden bire mekân yapmak isteyenlerin istilasına uğramış. Nostalji, Eski Kafa, Lena, Hanegâh, Derviş, Beyrut, Bab-ı Yaren, Dersaadet, Kadim(bu cafenin zemin katında sergilenen tarihi taşların ziyaretçisi eksik olmuyor), Tophane Cafe gibi işletmeler öğrenci, aile, entelektüel, yazar-çizer, sanatçı, sivil toplum örgütü temsilcileri, televizyon ve sanat dünyasından birçok kesimden müşteriyle dolup taşıyor. Bu mekânlarda ülke ve dünya gündemi hararetle tartışılarak çözüm önerileri bir masadan diğer masaya servis ediliyor. Bir kulağınız Münir Nurettin Selçuk’un hicâz makâmındaki “Sana Dün Bir Tepeden Baktım Azîz İstanbul” bestesiyle mest olurken, diğeri Lüblanlı sanatçı Feyruz’un hüzünlü “Li Beyrut” melodisiyle mâteme bürünüyor. Ortaya karışık bir durum, fakat hemen hemen bütün müdavimler halinden memnun.

Sağınızı solunuzu dikkatlice kestiğinizde At Pazarı Meydanı içten içe kendini ele veriyor. Kafeler, “anan gibi saç bırakacağına, baban gibi bıyık bırak” sözüne muhalif davrananlarla, yüksek perdeden “selamünaleyküm” diyerek içeriye dalan burnu hızmalı kızlarla, kulağı küpeli oğlanlarla, namazda gözü ezanda kulağı olan muhteremlerle, birbirleriyle memleket meselesi tartışan kızlı-erkekli gruplarla dolup taşıyor.

Prodüksiyon şirketleri televizyonlara dizilerini burada çekiyor. Fikrini kamuoyuyla paylaşmak isteyenler, gazetecilere röportajlarını burada veriyor. Gezginler kitaplarını burada yazıyor. Sosyologlar muhafazakarların genlerini burada inceliyor.

“Sanki Yedim” diyebilmenin alameti

At Pazarı Meydanı’nda daha fazla kalıp dumanaltı olmaktansa, açık hava müzesi niteliğindeki sokakları yeğleyip, yeni keşifler yapmak üzere çaylarımızı yudumluyor, “zengin kalkışı”yla hareketleniyoruz. Mıhçılar Caddesi’nden Zeyrek’e doğru ilerlerken Kırbacı Sokak’ta binaların arasına sıkışmış bir cami önümüzü kesiyor. Betonarme yapıların tacizinden yorgun düşen bu mabed, yine de vakur duruşuyla bütün dikkatleri üzerine çekiyor. Tarihi siluetleri beton yapıların arasında kaybolmaya yüz tutan İstanbul, hazinelerini yitirmemek için anaç rûhuyla çırpınıp duruyor.

Bütün tarihi yapıların olduğu gibi bu caminin de ilginç bir hikâyesi var.

Keçecizade Hayreddin Efendiadında dar gelirli bir ayakkabı tamircisi, (bir başka rivayete göre Adanalı Şakir Efendi) “Allah`ın mescitlerini, ancak Allah`a ve ahiret gününe inanan, namazı gereği üzere kılan, zekatı veren ve Allah`tan başka kimseden korkmayanlar imar eder. İşte bunların doğru yolda olup başarıya ulaşacakları umulur” (Tevbe, 18) ayetindeki müjdeyi duyunca bir cami yaptırma arzusuyla yanıp tutuşmaya başlar. Nefsinin arzularını dinlemeyip para biriktirmeye koyulur. Ne zaman canı bir şey istese onun birazını alır, diğer kısmını da “sanki yedim” der ve parasını bir kenara koyar. Yaklaşık 20 yıl sonra biriktirdiği paralar küçük bir cami yaptıracak miktara ulaşınca, Zeyrek Mahallesi, Kırbacı Sokak’taki mütevazı camiyi yaptırır. 18. yüzyılda yaptırıldığı tahmin edilen bu cami, halk arasında“Sanki Yedim Camii” olarak anılmaya başlar.

Sanki Yedim Camii, Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce Fatih-Unkapanı civarında çıkan yangında ağır bir tahribata uğramış. 1959 yıllarına kadar metruk halde kalan cami, bir süre işgal edilerek marangozhane olarak kullanılmış. Bugün eski mimari özelliklerinden eser kalmayan cami, aralarında AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un rahmetli babası İsmail Niyazi Kurtulmuş’un da bulunduğu mahalle sakinlerinin ve hayırseverlerin yardımlarıyla tekrar yaptırılmış.

Mimari özelliğe sahip olmamakla birlikte, fevkanî (yüksekte) ve betonarme olarak yapılan mabedin bir büyük ve dört çeyrek kubbesi mevcut. Arka kısmında bir mahfili bulunan caninin, minaresi tek şerefeli ve betonarme olarak yapılmış. Konumu itibariyle apartmanların arasına sıkışmış bir durumda olan yapının iç mekânı yaklaşık 100 metrekare büyüklüğünde olup, 200 kişi aynı anda ibadet edebilmekteymiş.

Sanki Yedim Camii, ahirete sermaye biriktirmek isteyenlerin önünde hâlâ bir ilham kaynağı olarak duruyor. Bugünden tezi yok, çevremize şöyle bir bakıp; sanki yedim, sanki içtim, sanki giydim, diyerek kendi vicdanımızı tekrar imar edelim.

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Sabri Gültekin - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Kangal Gündem Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Kangal Gündem hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Kangal Gündem editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Kangal Gündem değil haberi geçen ajanstır.



Anket KANGAL BELEDİYE BAŞKANI KİM OLMALI?
Tüm anketler