Aynı ocaktan ısınan Kalem Efendileri

Sahaflar Çarşısı 1887’den beri çok da alışık olmadığı bir günü yaşıyor. Asırlarca“kelimelere ruh verenler”, Sahaflar Şeyhi Muzaffer Ozak’ın ocağı etrafında toplaşıyor. Mecânin-i kütübler, yeni bir edebî mahfil keşfetmişçesine Bâbıâli’den, Küllük’ten, Acemin Kahvesi’nden, Marmara Kıraathanesi’nden, Erenler’den, Laleli Koska Kahvesi’nden, Beyazıt Set Üstü’nden, Enderun Kitabevi’nden, Kızlarağası ve Türkocağı Medresesi’nden fevc fevc buraya akıyor.

Çarşı, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine fikir, edebiyat ve aksiyon anlamında damgasını vurmuş şahsiyetlerin geçit merasimine tanıklık ediyor.

“Sahaflar Şeyhi”nin mekânı âdeta “kalem odası”na dönüşüyor. Toyluğu her halinden belli olan birisi, Ozak Hocaefendi’ye “mesleğiniz nedir?” diye sorunca, şu nükteli cevabı alıp yerine oturuyor: “Ölenlerin kitaplarını öleceklere satmak!” Hatasını anlayıp, “Sözü olanların yanında sükût ne güzel şeymiş meğer!..” diyerek kendi kendine içerliyor.

Çağrı’nın kütübleri arasındaki yerini alan “Kalem Efendileri”, sararmaya yüz tutmadan satır aralarından çıkarak, etraflarında heyecana gark olmuş “edebe ve ebede” aç simalar arasında dolaşmaya başlıyor.“Ruh Medeniyeti”mizin nadide simaları, hiç eskimeyen zamanlardan derledikleri kadim hazineleri paylaşmak için Mehmet Nuri Yardım beyefendinin desturunu bekliyor.

Ahde vefanın vefasızlıklara mezarlık olduğu dünyada, sahafların ortasına bir vefa sofrası kuruluyor; nefesli / nefessiz tarihçilerimiz, edebiyatçılarız, sanatkârlarımız, ilim, fikir ve edebiyat dünyamızın “Kalem Efendileri” mis kokulu kelâmlarıyla ma’kes buluyor.

Ve desturla birlikte gerçeklerin hayalle bütünleştiği “geçit merasimi” başlıyor...

***

Abbas Sayar, ölüme terkedilen atın sırtına atlayıp yılkıya karışıyor. “Yılkı Atı”nın bozkırlarda nice yalnızlık, nice tipi ve fırtınalara karşı direnerek merhametsizliği yenişinin hikâyesini anlatıyor. Hayvanî duygulara gem vurup, insanî duyguları hudutsuz vahalara bırakıyor.

“Dünyayı dünyada boşayan şair”Abdurrahim Karakoç, “Zulüm Azrail olsa, hep Hakkı tutacağım”diyor. Ân geliyor, Azrail’e yeniliyor amma hâlâ Hakkı haykırıyor.

“Hâce-i Evvel”in en iyi yetişmiş kalem erbâbından Ahmet Rasim, “Falaka”yla çocukluk yıllarını, “Şehir Mektupları”yla Dersaadet’in envanterini çıkartıyor. Bedbin bir rûh haliyle, “İstanbul ne kadar da değişmiş” diyor mızıkçılık yapan oğluna. Başucunda matem tutan oğlunun “Asıl sen mızıkçılık yaptın babacığım” ifadesine katıla katıla gülüyor.

Ayşe Şaşa, İbn Arabî gibi hikmet ve hakikat kılavuzlarının peşine düşüyor; sonunda iyiliği, erdemi ve doğruyu buluyor. Bir Ruh Macerası’nda, “Herkes geleceğe doğru hayal kurar; bense geçmişe. Bir bahçeye doğru yolculuk yapıyorum; çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum”diyor. Sonsuzluk âlemine giderken; “er kişi niyetine” uğurlanıyor.

Akıp giden hayatın, tefekkür etmek için duraksadığı Bâbıâli’den bir inilti yükseliyor. Sohbet kesiliyor, herkes dönüp sesin geldiği yöne bakıyor. Bâbıâli, can veren bir hasta gibi kendisini birer birer terkeden müdavimlerinin arkasından gözyaşı döküyor. Cağaloğlu Yokuşu’nu nefes nefese çıkan Sezai Karakoç’u, Fatih’ten salına salına inen Vehip Sinan’ı, çayına simit banan Ziyad Ebüzziya’yı, “kalem savaşı”na tutuşan Nâzım Hikmet, Peyami Safa, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve Bedii Faik’in düşüncelerini serdederken daktilo tuşlarına dokunuşlarını özlüyor.

Tıp doktoru ve tarihçisi, sanat tarihçisi, etnograf, ressam, nakkaş, müzehhip, şair ve yazarlık marifetleriyle“yürüyen müze” olan Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver; Ahmet Hamdi Tampınar’ın “Süheyl, İstanbul sana emanet!” vasiyetinden sonra sadece İstanbul’a değil, hiç kapanmayacak “hayır defterleri”ne ebedi notlar düşüyor.

Fethi Gemuhluoğlu bir deniz feneri gibi çevresini aydınlatıp; “Ancak büyük davaların hamalı olanlar büyük rüyâlar görebilir” sözüyle çıktığı kutlu yolculuğun meşakkatli güzergâhına dair haritalar çiziyor.

Mehmed Âkif’in karekter ikizi Mahir İz, “Yılların İzi”nde yürüyerek tarihe bir ışık, karakter numûneleriyle gençliğe hizmet, nasibi olanlara gönül coğrafyamızın hâtıralarını sunmanın mutluluğuyla mest oluyor.

Prof. Dr. Sadettin Ökten Hoca, örselenmiş fukara ruhumuzu peşinden sürükleyerek, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş koridorlarında yaşananları” acı acı tebessüm ettirerek hatırlatıyor. Hafıza kaybına uğrayan zihinlere şu önemli uyarıyı yapıyor: “Medeniyetimizin özü aşktır ve ondan hasıl olan ilimdir.”Ah minel aşk; amel edilmeyen ilim hayasız, ihlasla üflenmeyen nefes şifasız oluyor.

Bizim hikâyemizin izini sürerek Dergâh’taki “Nur”lu yolculuklara devam eden Mustafa Kutlu, “Madem Allah var, öyleyse gam yok” diyerek nefisle boğuşan nefeslerimizin düğümlendiği noktaya mim koyuyor.

Orhan Veli Kanık, çocuksu ruhunun samimiyet kokan dizelerinde hâl⠓İstanbul’u Dinliyorum”u mırıldanıyor. Bohem hayata esir olan arkadaşlarıyla Beyoğlu’nun arka sokaklarında okuduğu şiirlerle edebiyat kozasını örerek “Uyku”ya dalıyor. Vefat edince İstiklâl Şairi Âkif, “sahipsiz tabut”una ilk o omuz veriyor. “Ölünce kirlerimizden temizlenir, / Ölünce biz de iyi adam oluruz; / Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış, / Hepsini unuturuz” dizeleri eşliğinde sonsuzluk bahçesi Hisarüstü’nde İstanbul’u dinliyor.

“Hocasız sanat haramdır” hatırlatmasıyla söze giren Rikkat Kunt, “Sanatı sevmek esastır; sevmek yetmez, şükretmek de gerekir” diyerek tezhip, minyatür, hat, ebru gibi klasik sanatlarla alâkadar olanlara işin sırrını öğretiyor.

Mimarî tarihimizin, kültür hayatımızın, tefekkür dünyamızın neferlerinden Ekrem Hakkı Ayverdi; yaşadığı dönemin “Mimar Sinan”ı olmaya namzet olmakla yetinmeyip, “Rumeli Beylerbeyi”liğiyle gönüllere taht kuruyor. Gülen gözleriyle yanında oturan kardeşi Sâmiha’ya dönüp, 20. yüzyılın alpereni olmanın mutluluğunu paylaşıyor.

Sâmiha Ayverdi hanımefendi hayat bahçesinden derlediği “Altın Öğütler”i en tepedekilerden en diptekilere aktarırken, “Bağbozumu”nda ruh genleri şuursuzlaşmışlara “eyvah!..” diyor.

İç âleme yolculuğun eşiğini “ev” imgesiyle süsleyen Ziya Osman Saba, “Ne zaman aynaya baksam, / Görünüveriyor babam... / Bahçem, odam, sofam... / Ölüler bilebilsem gittiğiniz yeri, / Ruhum muradına erecek; /Annem döşeğimi serecek...” dizeleriyle öte dünyadaki huzura erebilmenin özlemini çekiyor.

“Diriliş Nesli”ne “Çıkış Yolu”nu göstererek “Kalb Medeniyeti”nden beslenmeleri için sınırsız bir harita çizen Üstad Sezai Karakoç; “Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır / Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır / Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır / Yoktan da vardan da öte bir Var vardır...” dizeleriyle Sahibinin yeryüzündeki nefesi olduğunu nede çok belli ediyor.

Dünya hüzün kokuyor!.. Mısır’dan, Gazze’den, Urumçi’den, Bağdat’tan, Arakan’dan, Kerkük’ten, Karabağ’dan, Suriye’den fasılasız çığlıklar yükseliyor; en çok da çocuklar ölüyor. Geceleri damda yatarken yıldızlara eş tutulan uçaklar, artık onlara acı ve kan getiriyor. Anneler çığlık atarak elbiselerini parçalayıp miniminnacık çocuklarının ağızlarına tıkıyor; önce gözleri kapanıyor, sonra elleri üşüyor. Daha oyuncaklarını eskitemeden ölüyor çocuklar; Melekü’l Mevt’in kanatlarına binip sonsuzluk yurduna uçuyor.

İçler acısı halimizi gören Mehmed Âkif, Âsım’ın Nesli’ne nasihat için Safahat’ı uzatıp, “Süleymaniye Kürsüsünde” duaya duruyor: “Yâ İlâhî bize tevfîkini gönder... Âmîn! / Doğru yol hangisidir, millete göster... Âmîn! / Nâra yansın mı berâber bu kadar mazlûmîn? / Bî-günâhız çoğumuz... Yakma İlâhî! Âmîn! / Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu... / Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu! / Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer’-i mübîn: / Hâk-sâr eyleme ya Râb, onu olsun... Âmîn! / Ve-l-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn...”

Aynı ocaktan ısınan “Kalem Efendileri”nin çok azı nefesleriyle ruhumuzu beslemeye devam ederken, nefesleri tükenmişlerin bıraktığı kutlu miras hâlâ ufkumuzu aydınlatıyor. Rahmet olsun onlara...

***

“Bâki kalan bu kubbede hoş bir sâdâ”bırakan “Kalem Efendileri”yle bizleri buluşturan dâvâ, fikir, sanat ve medeniyet insanı, inandığı değerleri yazan ve yaşayan aziz dost edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım beyefendi tükenmez kalemiyle bir güzel imza daha atmış.

Yaklaşık 2 yıldır her Pazartesi sabahı dualaşmayı âdet haline getirdiğim Mehmet Nuri beyefendinin “Kalem Efendileri”nin sadece bir kısmını gönül kalemimle ifade etmeye çalıştım.

Çağrı Yayınlarıarasında çıkan 266 sayfalık biyografik ağırlıklı eser, medeniyetimizin ruh coğrafyasını oluşturan yüzlerce “kutup yıldızı”yla âdeta “dün”ün ışığında “gün”ü değerlendirme fırsatı veriyor.

***

Lügatçe:

Mecânin-i kütüb:Kitap delisi. / Edebî mahfil:Edebiyata ilgi duyan, şiir, nesir, roman, tarih, biyografya yazan ediplerin, şairlerin, müelliflerin çayhane, pastane, sahaf, kitapçı dükkânında buluştuğu ortak mekân. / Ma’kes:Akseden yer. / Bedbin:Kötümser, karamsar. / Hâce-i evvel:Milletin ilmen ve fikren terakki etmesi için, çeşitli bilgileri, halkın rahatlıkla anlayabileceği bir lisan ile yayan kimse. / Bohem:Yarınını düşünmeden günü gününe tasasız, derbeder bir yaşayışı olan edebiyat ve sanat çevresinden (kimse veya topluluk). /Melek-ül mevt:Ölüm meleği. / Tevfik:Allah`ın yardımına kavuşma. / Mübin:İyiyi ve kötüyü ayıran. / Hak-sâr:Toz toprak içinde kalmış. Perişan halli.

# YAZARIN DİĞER YAZILARI

Yazar Sabri Gültekin - Mesaj Gönder


göndermek için kutuyu işaretleyin

Yorum yazarak Kangal Gündem Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Kangal Gündem hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Kangal Gündem editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Kangal Gündem değil haberi geçen ajanstır.



Anket KANGAL BELEDİYE BAŞKANI KİM OLMALI?
Tüm anketler